bugün

entry'ler (63)

ilhan durusel

kitap-lık'ın ocak 2010 sayısında yayımlanan fevkalade hikâyenin yazarı. okuyunuz: "metin kurt: şiiri kurtaran adam"

sigara yakmak

çok üşüyorum. bunu size de söylüyorum. ama siz hiçbir şey yapamazsınız. beni tanımazsınız, derdimin ne olduğunu bilmezsiniz. dilimi bilmezsiniz. beni görmezsiniz. çok üşüyorum. ceplerime bakıyorum. sigara paketi. çıkarıyorum. bir sigara yakıyorum. yine üşüyorum ama artık farklı hissediyorum kendimi: önceden kendimi insansız hissetiğimde bir sigara yaktığım eski, çok eski yaşantılar etrafımda şimdi; yığınla yaşantı, yığınla algı. görünüşte sadece sigara içen insansız bir adam.

göçmüş kediler bahçesi

bu arada göçmüş kediler bahçesi, bir bilge karasu kitabıdır. demeyi gereksiz görmüştüm. ama anlaşılan o ki çok gerekliymiş.

ehl i sünnet

ehl-i sünnet vel cemaat itikadının bugün dünyadaki karşılığı nerededir?

açıkça haram kılınmış "faiz"in yerleşmediği bir müslüman ülke, faizle asla iş yapmadığını söyleyebilecek bir topluluk yok bugün.

kendi bireysel yaşamında faizden kaçınan insanların düştüğü yalnızlık, müşriklerle çevrili mekke'de kendilerini garip hisseden ilk müslümanların durumuyla aynı.

ismet özel

şairleri affedebilir miyiz? sorusunu kim sormuştu?

katilleri bile affedebiliyoruz. inanılmaz sözler eden bir politikacıyı affedebiliyoruz. yalancıları affedebiliyoruz. ama türkiye'de şairleri affedemiyoruz. herhangi bir olumsuzluğun zihnimizdeki şair imgesini diri tutan bir isme yapışması karşısında tepkimiz hiç olmadığı kadar sert oluyor.

(sağcıların uzun yıllar kominizme karşı derin bir nefret duymalarının temel sebeplerinden biri, kominizmin bir şair tarafından nâzım hikmet tarafından sahiplenilmesi diye düşündüm. nâzım hikmet ilginç biçimde politik duruşunu poetik tavrıyla bütünlemiş birkaç başarılı türk şairinden biriydi - bu konuda başarısız bir türk şairi olarak mehmet emin'e bakılabilir- nâzım hikmet'e karşı alınan tavır kominizme alınıyordu. ya da şöyle nâzım hikmet'e tavır alındıysa bu artık kominizme alınmış bir tavır sayılıyordu. nâzım'ın poetikasını buradan görmek gerekiyordu, bir kişi nâzım'ın şiirini -poetikasını- sevmişse onun politik duruşunu da beğeniyor anlamına geliyordu. yer yer politik önermeler içeren, materyalizmin bakışıyla gören bu şiiri beğenmek önermeleri kabul etmekle eşdeğerdi. sağcı edebiyatçıların uzun süre nâzım şiirine ilişkin olumlu bir söz söyleyememesi şiiri olumlu bulmanın neredeyse kominizmi olumlu bulmakla eşdeğer olmasından ileri geliyordu. sovyet rejimi bitene kadar sağcılar için nâzım hikmet bir vatan haini olarak kalmayı sürdürdü. mehmet kaplan'ın nâzım şiirini tahlil ettiği yazısına bir bakılsın, poetik bir analiz mi var politik bir eleştiri mi?)

ismet özel uzun zaman önce türklük'e ilk vurgu yaptığında işin bu noktalara gelebileceğini hiç kimse öngörmemiştir. türklüğü bugün müslümanlığın ambalajı olarak görmek ilk başta türkiye'deki müslümanların gururunu okşamıştı. ama gelinen son noktada ambalajın patladığı, ambalajlanan müslümanlığın sadece sünni islam olduğu görülüyor. türklüğün bir ambalaj olarak kullanışsızlığı ortaya çıkıyor. herkesi kapsayan bir türklük'ün birilerinin mutlak suretle değişmesi, dönüşmesine bağlı olması gerektiğini söyleyen bir üslup, türklükle ambalajlanan islamı olumsuz biçimde sınırlıyor.

her ambalajlama girişimi kesin biçimde birilerini dışarda bırakmaya yöneliktir. istenen ambalajlanan nesneyi korumak, onun katışıksızlığını sağlama almaktır. burada ise ismet özel'in ambalajlanan müslümanlığı değil ambalajın kendisini, türklüğü öne çıkarması ilginç biçimde işleri değiştiriyor. gelinen noktada ambalaj ile ambalajlanan arasında bir bütünlük eşdeğerlilik olduğunu ileri sürüyor ismet özel, türklüğün müslümanlıkla aynı olduğunu söylemek, müslümanlığı kabul etmeyen türkleri, türklüğün dışında bırakmak, sünniliğe katılmayan alevileri islamın dışına fırlatmak, böylece de türkiye'yi sağlama almak ne derece mümkün olabilir? aleviler, sünnileştirilme operasyonlarına osmanlı'dan bu yana maruz kaldığı için bugün daha sert biçimde kendi geleneklerine sahip çıkmıyor mu? bir grubu dönüştürme politikası, dönüştürülmek istenen grubun kendi kimliğine daha da sıkı sarılması sonucunu doğurmuyor mu?

islam'ın ilk yılları düşünülsün: müşriklerin baskısı islam'ın güçlenmesini sağlayan, müslümanların kollektif bir tavır almasını sağlayan en önemli sosyolojik etmen değil miydi? karşılarında kendilerini dönüştürmeye çalışan iktidar sahibi bir topluluk varken müslümanlar, kendilerini müslüman kılan toplumsal koşulları kesin biçimde kavradılar: müşrikler her şeyden önce zalimdi. zalimlikleri şuydu: kendileri gibi inanmayan müslümanların yaşamalarını anlamlı bulmuyorlardı. böylelikle zalimlikleriyle öne çıkan müşriklerin karşısında islamı tercih edenler, tercihlerinde ne kadar haklı olduklarının sosyolojik sebebini gördüler. zalimlerin tarafında olmamak, o koşullarda islamı kabul etmekle eşdeğer hale geldi.

bugün bir alevinin, ben artık alevi olmak istemiyorum, kendimi bir alevi olarak tanımlamaktan vazgeçiyorum: sünnilik çok daha uygar, gerçekçi, barışçıl, beni daha iyi yansıtıyor dediğini işitebilir miyiz?

bugün bir alevinin sünni (yani ortodoks) islam'a ilişkin düşüncelerinin ne kadar olumlu olabileceğini düşünelim: şunu söylemeyecek mi bir alevi: işte sünniliğin ne olduğu ortada dışlayan bir bakış: kendisine dahil edemediği, dönüştüremediği bir topluluğu doğrudan haçlılarla ilişkilendiren bir zihin!
böyle düşünen bir alevi haksız mıdır peki?

peki bu durumda türkiye'nin ayakta kalmasını en temel mesele olarak gören ismet özel doğru bir tavır mı almış oluyor? tavrı amacını gerçekleştirmesine yardımcı olabilir mi? türkiye'nin bir bütün olarak bir takım farklılıklarla mümkün olduğu gerçeğini dışarda bırakarak türkiye'yi ancak tek bir zümre için vatan olarak görmek türkiye'nin ayakta kalmasını nasıl sağlayacak?

ismet özel'i affedebilir miyiz?

hüseyin cöntürk

türk şiirini anlamayı, değerlendirmeyi kendisine meslek edinmiş, 22 haziran 2003'te dünyadan varlığı çekilen eleştirmen. uzun bir süre yeraltında kalmış, şiire ilişkin çalışmalarını insan içine çıkartmamıştır. bugün sonradan basımına izin vermediği kitapları yky tarafından basılıyor. kendisine şiiri dert edinen insanlar için, kendisine şiiri dert edinmiş bir şiir okuyucusu/eleştirmenin mesaisi faydalı olabilir. türk edebiyatı söz konusu edildiğinde eleştirmenin yokluğunu işaret eden herkes'in bir eleştiri geleneği olmamasının sebeplerini araştıran kimselerin yazdıklarını okumasında sayısız faydalar görüyoruz. (kimiz biz sahi, kaç kişiyiz?)

hakan arslanbenzer

arslanbenzer, şehrengiz'den bu yana şiirin dergiyi diri tutan bir nesne olduğunu açık seçik ortaya koymuştur. bugün şehrengiz'e bakıldığında hala okunabilen şiirlerin varolduğunu görmek, hali hazırda fayrap'ı dikkatle izlemek için sağlam sebeplerden biridir.

arslanbenzer'in poetik konumu her nasılsa bir tartışma konusu olmanın ötesine geçmiştir. şiire karşı kendisini sorumlu hissetmesi, (bugün türk şiirini arslanbenzer kadar sahiplenen kaç şairin olduğu tartışılmalıdır!) yaptığı çıkışlardan ötürü kendisinin kibirlilikle yaftalanmasına sebep olsa da şu unutulmamalıdır: sanatçının tavrına bakarken kibirli olup olmamasına değil bu kibrin şiire karşı samimi bir ilgiden neşet edip etmediğine dikkat etmek gerekir. (nefi'i kibirli, küstah bulanların ona yazdığı nazirelere bir bakmak; arslanbenzer'i kibirlilikle suçlayanların ne kadar samimi olduğu konusunda sağlıklı bir karşılaştırma yapmak için gerekli olabilir.)

bir şiiri anlamak, bir şiirin hakkını vermek söz konusu olduğunda arslanbenzer'den daha adil davranabilecek kaç kişinin olduğu bugün merak konusudur. malum türk şiiri, kimseden etkilenmemek için hiç kimsenin şiiriyle ilgilenmemeyi poetik bir gereklilik olarak gören şairlerin mezarlarıyla doludur. (bkz: attila ilhan)

ömer faruk es

şimdilerde sergen isimli genç çömezini elektro gitarla yontarak onun içindeki mahsur kalmış saf insanı çıkarmaya çalışan virtüöz.

söylenenlere bakılırsa sergen'in içindeki güneş görmemiş o saf insan elektro gitar sesiyle kımıldamaya, çeperlerini zorlamaya başlamış, dünyaya çıkmasının an meselesi olduğu söyleniyor.

mustafa pelit

görüntü virtüözü.

kadraja sığmayan gerçeklere karşı ilgisizliği, kompozisyon oluşturma konusundaki titizliğiyle birleştiğinde ilgi çekici fotoğraflar çekebilen genç sanatçı.

şimdilerde, kadraja hakimiyetini, anlamın külçeleşmeden hareket ettiği bir bütünlük içinde görebileceğimiz bir kısa film üzerinde çalışıyor.

fotoğrafları düşünüldüğünde, yapacağı film için; kurgusal bir gerçeklik oluştururken, gerçeğin kurgulanamayan an içinde parlayıp sönen keskin taraflarına odaklanacağına ilişkin bir öngörüde bulunmak hiç de zor değil.

hikayeyi ele alırken filmin, görüntünün merkezine kurgusal bütünlüğü mü yoksa insanın kurgulanamayan anlık gerçekliğini mi koyacak mustafa pelit? bekleyip görelim

erkam saraç

ankara'da yaşayan bir duvar yazarı.

evinin mutfağına yazdığı kurmaca parçaları nasıl birleştirmesi gerektiğine karar verdiği gün, duvara yazmaktan vazgeçip kağıt ya da bilgisayar klavyesi kullanacağını umut ettiğim yazar.

bir duvar yazarı olarak hayreti humorla birleştirmesi, şaka ederken gerçekliği kendisine ait bir enstrümana dönüştürmesine karşın; kendi gerçekliğini asla icra edilemeyecek bir beste olarak görmesi kaleminin kağıt üzerinde hareket etmesini engellemektedir.

ima kılavuzu

murat yalçın'ın saydam hikâyelerinin yer aldığı kıymetli evrak.

saydam hikâye denilince hiçbir yanlış anlaşılmaya yer bırakmamak gerek.

saydam hikâye, kullanılan dil ile kurgunun birbirine eklenmemiş gibi doğal bir bütünlük içinde olduğu hikâyedir. unsurlar arasında ek yerleri görünmez. hikaye edilen olay, durum karakterin içindedir; karakter türkçe'nin içindedir, türkçe okurun benliğindedir. okur, yazarın şubesidir.

saydam hikaye, su saydamlığındadır. yüzme bilmeyen bazı okuyucuların söz konusu hikâyelerin içinde boğuldukları, çırpındıkları görülmüştür.

insanın büyüdüğünü anladığı an

canın acır.
canının acıması hiç kimseyi acıtmıyordur.
çünkü canının acıdığını hiç kimseye göstermemeyi başarmışsındır.
sonra düşünürsün bu sakladığın acıyı ne yapabileciğini.
düşünürsün. sadece düşünürsün. acının sana saplanıp kaldığı an büyüdüğünü anladığın andır muhtemelen.

çekilen, dillendirilmeyen, varlığa saplandığı noktayı devleştirip varlığın kendisini küçülten acı. çektiğin, göstermeyip çektiğin acının şiddeti kadar görünürsün yeryüzünde.

cevapsız sorular

- şu an burada olmasaydın burada olanlar bir şey kaybetmiş olur muydu?

sözlük yazarı olma sebepleri

yazdıklarının başkalarını da ilgilendirebileceğine inananların bulunduğu bir ortam mı burası? yoksa yazdıklarıyla burada bulunanlara kendisini göstermek isteyenlerin, yazıyla görünmeyi tercih edenlerin göründükleri bir vitrin midir sözlük?

kişinin kendisini teşhir etmekten kaçınıp yazdıklarını öne sürmesi patolojik değildir kuşkusuz. patolojik olan kişinin kendi görüntüsünü, gerçekliğini askıya alması ya da buna mecbur edilmesidir. hangi sözlükte olursa olsun bir maskenin, personanın arkasında durmayı yeğleyen kişi, dünyadaki görüntüsünden muzdarip olan kişidir. her sözlük yazarı bir biçimde kendi sakatlanmış, müdahale edilmiş gerçekliğini tedavi etmek için buradadır.

bu bağlamda, yazı ilaçtır, başkalarının içmesi için ortaya koyulur, içenlerin hayatında bir yer bulduğunda yazarının da tedavi olması muhtemeldir.

yaz yağmuru

ahmet hamdi tanpınar'ın, türk hikayeciliğinin doruklarından biri kabul edilecek uzun hikayesidir. türk edebiyatında kendine has bir karakteri olan, yazarın piyonu olmayan; gerçekliği, anlamı erkeğin varlığına yapışık olmayan üstüne bir de hikayedeki her unsuru kendi varlığına doğru çeken bir kadın karakter'in nasıl varolabildiğini görmek, onun varoluşuna tanıklık etmek isteyenlerin okuması gereken hikayedir.

nuri pakdil

nuri pakdil, denildiğinde hiçbir başa geçmeyen, herkesin bir biçimde beğendiği ama kendi kafasına, bedenine uyduramadığı bir şapka imgesi uyanıyor zihnimde. sivriliğini karşısındakine batırmak istemeyen, ama yumuşaklığını bir tehlike haline getiren mizacı karşısında ikircikli bir tavrın oluşması doğaldır.

edebiyat dergisi'ni çıkarırken dergiyi karakteri haline getirmesi, etrafındaki farklı üsluptaki yazarların metinlerine müdahale etmesi kabul edilebilir midir? bir dergi/yayınevi yönetmeni olmanın ötesine geçip, yazılan kitapların, yazıların içini, biçimini, kelimelerini yönetmeye kalkması ise saplantılı karakterinin en belirgin işaretidir.

türk edebiyatı için bir kazanım olan düzyazıları, şiirleri karşısında susulması doğaldır.kimse bir-iki mısralık bir şiir üzerine konuşacak kadar cesur değildir.

sükut suretinde

bir nuri pakdil kitabı.

bir-iki mısralık şiirlerden oluşan bu kitabın inceliğine, tüm sayfaların toplamda bir kitap sayfasına sığdıralabileceği gerçeğine karşılık, toplam metnin bilince dağılımı, imgelem/idrak tarafından emilimi yıllar sürebilmektedir.

düzyazıyı şiirin devam ettiği bir alan haline getiren nuri pakdil ` (bkz: otel gören defterler)`, şiiri de kendi imanının, aklının devam ettiği bir makina haline getirmiştir.

tek satırlık, gürültüsüz, enerjisini kendi içindeki anlamla üreten bu doruk makinaları, gerçeğin hayatın içine gömüldüğü anlarda çalışarak, gerçekle insan arasındaki ilişkiyi ilgiye değer bir hareket haline getirir.

nuri pakdil için noktadan sonrası uçurumdur. noktadan sonra o alanda söylenebilecek hiçbir şey yoktur, noktadan sonra doruktan düşülür.

türk edebiyatı için tek başına mısra ile şiir arasındaki aşılmaz görünen mesafeyi yoketmiştir. mısra, şiirin kendisidir nuri pakdil'de.

turgut uyar

dünyaya bakışını, mesafesini şiir yazarken kullanmıyordu turgut uyar.
ileri gidip şiirini duruşu, her şeye karşı sahip olduğu mesafe, dünyaya bakışı haline getirdi. "her şey naylondandı..." dediğinde bir mısra kurmuş olmuyordu, yahut da aforizma söylemiyordu, durduğu yerde durmasını sağlayan donanımla gördüğü ne ise onu söylüyordu. mısralarının cemal süreya kadar orjinal bulunmadığı, şiirlerinin bazılarının gereksiz uzun olduğunu düşünenler hep oldu. halbuki şiirin uzunluğu bakışın kesintisizliğinden geliyordu, mısralarında fazlalık gibi görünen ama şiirden çıkarılamayan unsurlarsa yaşanan, algılanan gerçeğin kendi fazlalığıydı.

dünyadan şiir yontmaya çalışan şairlerin karşısına, yontulamayan bir şiir koymuştur.

ah muhsin ünlü

ah muhsin ünlü'nün, dergah dergisinde yayımlanan, sonradan gidiyorum bu kitabına almadığı bir şiirini okuyan iki şiir okuyucusuna rastlamıştım yıllar önce.

her ikisi de şiirden hiçbir şey anlamadıklarını söylüyordu. peki şiir bir şey anlatıyor muydu ki okuyanlar ille de bir şey anlamak zorunda hissediyor kendilerini?

şiir ille de anlatmak için değildir. hatta anlatmak için değildir, söze, ifadeye dönüşürken kendiliğini, varoluşunu aracısız olarak ileten bazı imgeler, durumlar, kavramlar, duygular vardır. söze yapışan, sözden kavlatılamayan bazen bir söz ya da söz öbeği olarak anlaşılamayan bu imge, durum ya da duygu sanatçının, okuyucunun içinde çözülecek bir düğüm gibidir. zaman içinde, bir takım yaşantıların sonunda kendiliğinden anlam kazanıp şiir okuyucusunun varlık alanında sivrilmeye başlar.

sözgelimi ezra pound'un kantolar'ının büyük bölüğü de böyledir. ama hiç kimse ezra pound'un yazdığı şiirlerin değersiz olduğunu düşünmez. cummings'in şiirleri de böyle değerlendirilebilir. eliot'un çorak ülkesi çok mu anlaşılır, doğrudan okuyucuya bir şey gösteren bir şiir midir? hayır ama onun şairliği konusunda da kuşku yoktur. şiirlerindeki humor yüzünden zamanında hafif olarak nitelenen cemal süreya'nın bazı şiirleri de böyledir. ama şimdi iyi şair deniyor kendisine. yeni bir şiire, üsluba karşı acımasız olanların, bir üslubu "bunda ne var, herkes böyle yazabilir" diye karalayanların garip şiirinin popüler olduğu zaman diliminde yayımlanan antolojilere bakmasında yarar var, evet orhan veli'nin yazdığı gibi yazmış adamlar, ama bu yazdıklarının bugün şiir olarak değerlendirilmesi için yeterli görünmüyor. orhan veli'nin/ garip akımı'nın zirvede bulunduğu bir dönemde mesele orhan veli gibi yazmak değildir, orhan veli'ye rağmen yazmaktır. şimdi de mesele ah muhsin ünlü gibi yazmak değildir, ona rağmen onun ortaya koyduğu yeni biçime, yordama, buluşa rağmen yazmaktır.

"ne var bunda herkes böyle yazabilir" diyenlerin şiir, edebiyat, sanat tarihiyle ilgisiz olmaları rastlantı olamaz.

göçmüş kediler bahçesi

masal'ın bir tür olarak sahip olduğu genişliğin, sayısız olanağın okuyucu ile sunulan gerçek arasındaki mesafeyi daha iyi kapattığını göstermesi açısından benzersizdir.

hikayenin; bazı koşulları yahut da insanların koşullara yapışıklığını gösterme noktasında kimileyin çıldırtıcı bir sebep sonuç ilişkisini zorunlu kılması bir tür olarak masal'ın neden önemli olduğunu da gösterir.

sokulgan okur bu noktada gerekirse cahit zarifoğlu'nun çocuklar için yazıldığı söylenen masal kitaplarına müracaat edebilir.